Basından

 İşte Böyle Bir Dünya…

 (2 Mayıs 2019, Cumhuriyet Kitap) 

 Ramazan Güngör’ün yakın bir arkadaşım olduğunu baştan belirteyim. Yakın bir arkadaşın kitabı, hele edebiyat eseri hakkında yazmak bence dünyanın en zor işlerinden biridir. Arkadaşlığınızı bilenler, eleştirmezseniz ona torpil geçtiğinizi düşünebilirler kaygısı bir yandan, eleştirirseniz de bunu, onu kayırmadığınızı göstermek için yaptığınız endişesi diğer yandan… Kısacası, objektif olma titizliği, objektifliği ortadan kaldırabilir her şeyden önce. Yani, itiraf edeyim ki, durumunuz zordur. Evet ama, beğendiğim bir öykü kitabı hakkında bu tür nedenlerle tanıtma yazısı yazmaktan neden vazgeçecekmişim ki? 120 sayfayı ancak bulan bu kitap, baştan söyleyeyim,  tanıtılmaktan çok daha fazlasını hak ediyor. Belki de özellikle öyküde öyledir: boyutların küçüklüğü içeriğin yoğunluğuna ele veriyor olabilir.

Elbette bu tanıtmada, Ramazan Güngör’ü tanımanın, onun hayatının izlediği seyri bilmenin avantajlarını kullanacağım. Ramazan Güngör, Kollantay’dan ödünç aldığım bir deyişi kullanarak söyleyecek olursam, “birçok hayat yaşamış” bir insandır. Öykülerinde yansıyor bu. Bir de bakmışsınız, modernizmin uç noktalarında yaşanan kadın-erkek ilişkilerinin içindesiniz; bir de bakmışsınız, Akkuş gibi uzak ve unutulmuş, yaz-kış üşünen yoksul bir Anadolu kasabasının tangırtılarla ilerleyen külüstür otobüsünün içinde yaşlı bir teyzenin köylü diliyle yaptığı tatlı bir sohbeti dinliyorsunuz; bir de bakmışsınız, bir Alman kasabasının araba garajında kurulmuş bir “çilingir” sofrasında, dünyanın farklı yerlerinden gelmiş insanlarla, toplumun kıyılarına sürülmüş Almanların hüzünlü-ironik içki sohbetinin tam orta yerindesiniz; bir de bakmışsınız, uzak bir kasabada, kuran kursu hocası, küçük öğrencilerini birbirine dövdürüyor, aynı kasabada taşra vahşeti, acımasız köpek avcılığının insafsızlığında yansıyor; bir de bakmışsınız, Uzak Asya’nın bir lokantasında, hem insan yabancılaşmasının hem de insan sıcaklığının birbirine dolandığı konuşmaları izlemektesiniz. Birbirine dünyalar kadar uzak mekânlarla ve insanlarla doludur ve bu uzaklığın sadece görünüşte olduğunun anlatımıdır Ramazan Güngör’ün öykü dünyası.

Ve bu değişik mekân ve ortamlarda çok değişik ve değişken insan davranışlarıyla ve duygularıyla karşılaşır, şaşkına dönersiniz. Tam, ağabeyinin kendisine hediye getirdiği parkayı köy okulunun sobasında yanlışlıkla yakıp ertesi gün annesinin parkaya yaptığı yamayla okula gitmek zorunda kalan çocuğun, diğer çocukların alayları karşısında, sınıfın en ezilen çocuğuna yakınlık duyduğu bir anda, aynı çocuğun alayıyla karşılaşmasının doğurduğu, insan karakterine ilişkin büyük hayal kırıklığıyla ve karamsarlıkla burkulmuşken; Konsolosluk’taki bir toplantıda ağzından kaçırdığı eleştirel bir söz nedeniyle konsolosun herkesin ortasında geçtiği devletsel azar ve kendisi hakkında alınacak idari tedbirler karşısında yıkılan bir memurun umut kırıklığıyla sokağa çıkıp bir sigara yaktığı anda omzuna konan teselli edici dostça bir elle, dünyaya ve insana ilişkin kapıldığınız karamsar düşüncelerin tam o noktasında bir umut ışığı yakarak yüreğinizi şenlendirir Ramazan Güngör. Sanki size, “Dur bakalım, o kadar acele karar verme, öylesi varsa, böylesi de var” demek istemektedir.

Hele şu “İhanet” öyküsü. Bir tek öyküyle ve iki hikâye kişisiyle insanın hem en karanlık hem de en ezik yanlarının böylesine iç içe ve bu kadar canlı bir olay örgüsü içinde verilebilmesi, bence edebiyatımıza, insan ruhunun derinliklerine güçlü bir ışık tutan yeni bir öykücünün zuhur ettiğinin müjdesini veriyor.

 Gün Zileli

9 Nisan 2019

www.gunzileli.com

gunzileli@hotmail.com



Sessiz ve Derinden…[1]

  (Evrensel'de yayınlandı.)


Bir şey; tek bir şey tüm yıkıma rağmen ayakta kalır:                                     

İnsanın insanla karşılaşması…                                                                         

Gün oldu, bir yabancının bize bakışıyla, bize göz kırpmasıyla uçurumun kenarından döndük…

                                                                                                                                               Pavese

Ramazan Güngör’ün Yalpa’sını denizaltına benzetebiliriz. Denizaltı gibi sessiz ve derinden giden öykülerle o derinlikte ilerliyoruz; insan denizinin derinliklerinde sessizce ama hüznü, yalnızlığı ve yalnızlıkla sonuçlanan aşkları hatırlatarak ilerleyen.

Öykülerde ilk bakışta dikkat çekmeyen, hatta görülemeyen, günlük hayhuh içinde ihmal edilen küçük, sezgisel insan davranışlarının aslında duygusal dalgalarıyla hakiki hayatların kıyılarını nasıl dövdüğünü de görüyoruz: “Sanki ilk sözcükle büyü bozulacak, gerçeklik diken gibi her yanımıza batmaya başlayacaktı.” (“Misafir”, s. 3)

Sessiz ve derinden giderken karşınıza öyle büyük bir gerçeklik kayası çıkar ki bodoslama çarpmamak için zor bela kırarsınız dümeni. Kendinizi aniden gerçek hayatın içinde, en kaba saba, en acımasız davranışlara sahip mahalle kabadayılarının dünyasının içinde bulursunuz; bu üzerinizde aniden bir soğuk duş etkisi yapar. İnce ve ayrıntılı insan davranışlarını ustalıkla anlatan Ramazan Güngör’ün bu zalim dünyayı ve yasalarını anlatmakta da aynı ustalığı gösterdiğini görürüz. Zaten aslında önümüze çıkan bu kayaya bakıp karar vermememiz gerekir. O dünyada eğer en bayağı kabalıklar varsa en içli ve saf insan davranışları da vardır ve bunlar garip bir biçimde iç içedir. Bu iç içeliğin ağırlığı sonunda bir kırılmaya da yol açar. “Yerde yatan adamın bedeninden sızan kanın hayatımın içine doğru yayılmakta olduğunu hissediyordum:” (“İhanet”, s. 41)

Sonra yolunuzun üstüne o buz gibi resmî bürokrasi dünyası çıkar. Bu dünyada “Koltuklar bile… oturan kişilerin… saygılı sessizliğine eşlik” edip gıcırdamaz. Hele bürokrasinin acımasız kalemi tarafından üstüne çarpı atılmak üzere olan biriyseniz, insanlar yanınızdan geçerken “kendi bedenleriyle” sizin bedeniniz arasında, “herhangi bir tanışıklığın izini taşımayacak ölçüde bir uzaklık bırakmaya” çalışırlar. “İnsanın kendinden bile sakladığı ustalıklı oyunun sahneye konuluşuydu bu.” (“Toplantı”, s. 94)

Sadece sessizliğin değil aynı zamanda vicdanların sessizliğinin de hüküm sürdüğü bu dünyada, hiç beklenmedik bir anda omzunuza bir el dokunup size en umutsuz anlarda bile insan yüreğinin sıcaklığını hissettirir.

Sonra Uzakdoğu’daki ya da Anadolu’daki “kasaba yalnızlıklarına” doğru yolunuza devam edersiniz.

Yalpalayan insan ruhunu temel alan sağlam öyküler. Biraz da böyle değil midir; yaşam denizinde kulaçlarken, dalgalara ve kendisine çarpa çarpa kıyıya varmak. Hep yalpalayarak. 

Ceren Cevahir Gündoğan

[1] Ramazan Güngör, Yalpa, H2o Kitap, Nisan 2019



Leziz Öyküler: YALPA


(2 Mayıs Perşembe 2019'da Duvar'da yayınlandı)

Ramazan Güngör’ü biz Lodos Güncesi adlı şiir kitabı ve çevirileriyle tanıyoruz. Aslında gerektiği kadar da tanımıyoruz, nitelikli ama adını duyurmayan, duyuramayan nice yetenekli yazar gibi. Ramazan Güngör, yeni yayınlanan Yalpa isimli öykü kitabıyla güzel, leziz edebi zevklere hitap eden bir iş çıkarmış.
Epeydir Türk edebiyatında arayıp da bulamadığımız, tıpkı Vüsat O Bener’deki yalınlık, kelime tasarrufu gibi; Ferit Edgü’de tattığımız minik ve çarpıcı mecaz kullanımı gibi güzelliklere hasrettik. İşte Yalpa, bu özlemi gideren nadide bir çeşme olmuş, kana kana içmek istiyor insan.
Yazılış sürecine kısa da olsa dahil olduğum için, yazarın duygu dünyasını ve muhayyilesini dile getiriş biçimini daha iyi anlama fırsatım oldu. Ramazan Güngör güzel yazıyor. Güzelliğinin altında yatan, hem kısa ve arı ifade biçimini koruması, hem de okura bir dünya, bir bakış açısı dayatmaması. Aynı kitapta hem zamanı mekânı belli bir öykü okuyup, daha sonra bizaman ve lamekân bir anlatımla karşılaşmak gerçekten yetenek işi ve çok güzel.
İnsanın iç çelişkilerini, gelgitlerini oldukça kısa yazarak ortaya koyabilmek, hem son derece özlüce hem de insan ruhunu, bütün derinliği ve çelişkileriyle derinlemesine hissettirebilmek, ulaşılması zor bir çıta.
Taşrada da metropolde de geçse, öykülerdeki duygular ve izlekler çoğunlukla evrensel. Örneğin YeniyılPartisi’ndeki yabancılaşma, Misafir’deki vicdan azabı, Toplantı’daki hiyerarşik linç, İhanet’teki var olma hıncı, Garaj’daki ilginç dostluk ve yazgı birliği, Akkuş Otobüsü’ndeki coğrafi lisan oldukça tanıdık.
Anlatıcının veya ana karakterin yaşadığı yere kendini yabancı hissetmesi, sürekli olarak bir sıkıntı içinde olması, kendini sorgulaması, iç dünyası, doğallıkla akıp giden bir Türkçeyle aktarılıyor. Öykülerde yapay olarak hissedilen veya anlatımı süslemek için eklenen gereksiz tasvir ve bilgilerden de kaçınmış yazar. Anlatıcının konumu, anlatım teknikleri, zaman kullanımı dramatik bir hataya yer vermeyecek şekilde düzenlenmiş.
Öykülerin boyutu kısa olduğu halde, okuyanda yarım kalmışlık hissi uyandırmamasının sırrı sanırım yazarın; kurgusunu, tercih edeceği anlatım tekniğini ve öykünün süresini uzun uzun düşünmüş olması ve özeni. Her öyküde farklı duygu ve izlekler, hatta üslup farkları olduğu halde bir yanda hepsi yalın ve mütevazı, öte yandan hepsi coşkulu ve iddialı. Az sözle çok şey anlatabilme kabiliyeti yazarın en önemli derinliği bence.
Roberto Bolaño’dan da aşina olduğumuz arayanlar ve kaybolanlar ilişkisi sık sık karşımıza çıkıyor Yalpa’da. Özellikle de Suçlu öyküsünde. İşte bu yüzden dünyanın hangi diline çevrilirse çevrilsin duygudaşlık, diğerkâmlık yaratma becerisi yüksek olan bu öykülerin daha çok edebiyatsever ve okurla buluşmasının olumlu olacağını düşünüyorum.
Öykülerdeki karakterler, sizi memleketinizin ve dünyanın uzak, tanımadığınız diyarlarına taşırken, bıraktığı duyguların aslında ne kadar tanıdık olduğunu görüyorsunuz.
Bir lahzanın hatta lahzadan daha kısa süren bir yaşam diliminin içine sığabilen hisleri, çelişkileri nadir yazarda karşılaşılabilecek keskin bir edebi yetenekle aktarabilen Ramazan Güngör’ün Yalpa kitabı çok okunur ve umarım başka dillere de çevrilir.Ben de bu tanıtım yazısını, yazarın kısa ve duru anlatımına duyduğum hayranlıktan dolayı kısa tutmaktan keyif alarak bitiriyorum.

Melih Dalbudak






YALPALAYAN İNSAN



(14 Haziran 2019'da Posta Kitap'ta yayınlandı)


Küçük bir sahil kasabasında, ideal hayatla gündelik hayatın arasında gelgitler yaşıyorsan yapman gereken en iyi şey kitap okumaktır. Ütopyayla gerçek arasındaki salınmada oluşan farklılıklara çözüm bulmana kitaplar rehberlik eder. Zira insan hayal dünyasıyla gerçeklik arasında bir bağ bulamadığında sıkışmışlık, ket vurulmuşluk hisseder ve “yalpa”lamaya başlar. Bu da haliyle tüm yaşamına etki eder. Zamanda olanın zamanın ağırlığıyla hissedildiği bu yerlerde “uzun sürmüş bir akşam”ın yarın da uzun süreceğini az çok kestirirsiniz. Ona farklılık katacak şey ise okumanın verdiği keyif, romanlarda ve öykülerde yer alan farklı dünyaların, coğrafyaların ve kişilerin keşfidir. Öykü ise bu farklı dünyaların keşfinin en hızlı ve etkili anlatım şeklidir diye düşünüyorum.
Ramazan Güngör’ün Yalpa adlı kitabı da taşrada zamanın ağırlığı, hayallere yolculuk, kentli kimliği, mülteci kimliği, öteki olmanın hallerinden yola çıkılarak yazılmış sağlam kurgu ve akıcı dile sahip öykülerden oluşuyor. Kentli ve taşralı insan hayatlarına ışık tutuyor. Bu çok önemli bir yaklaşım aslında; çünkü günümüz öykücülüğünde genel olarak ya kent insanının varoluşsal sorununu ele alıyor yazarlar ya da taşra insanının. Oysa Ramazan Güngör her iki tarafa da bakıyor. Ortak noktalarını, ortak sorunlarını eşit mesafede durarak veriyor. Kentli ve taşralı insan kimliğinin gittikçe birbirine yaklaştığını, aynılaştığını ve hatta aynı köke dayandığını yarattığı karakterlerle okuyucuya aktarıyor. İhanetin, utancın, saf kötülüğün ya da iyiliğin biçimsel olarak farklılık gösterse de aynı kökenden geldiğine işaret ediyor. Bir diğer yandan yerelden evrensele erozyona uğrayan insani değerlerin ancak dayanışmayla aşılabileceğini yalın ve yakıcı bir üslupla anlatıyor. Bunu yaparken bireyin yekpare değil de tüm bu parçaların bileşeni olarak inşasını görmemizi sağlıyor.
İlk sayfada bizi karşılayan Misafir öyküsünde (Ümit Kaftancıoğlu öykü yarışmasında mansiyon almıştır) aldatma ve suçluluk duygularını iliklerimize kadar hissettiriyor: “Uzun süre sessizce yan yana uzandık. Sanki ilk sözcükle büyü ortadan kalkacak, gerçeklik diken gibi her yanımıza batmaya başlayacaktı. Oysa ikimiz de bu yüzleşmenin kaçınılmaz olduğunu biliyor ama yine de geciktirip onu kendimizden uzaklaştırmaya çalışıyorduk.”
İhanet’te ise kentin çeperine yerleşmiş ve varoşlarda köylülük kentlilik arasında var olma çabası gösteren insanların dünyalarına projektör tutuyor. Uzunca olan bu öykü kurgu, dil ve hikâye ediş açısından bence bir şahika!
Ölü Köpekler, Parka, Akkuş Otobüsü’ndeyse taşrayı ve taşra insanını resmediyor bizlere. Kaba saba adamların hainliğine, naif bir çocuğun yoksulluğuna ve sevecen bir babaannenin içten dualarına tanıklık ediyoruz.
On iki öykünün yer aldığı Yalpa, sarsıcı kurgusuyla ve dildeki akıcılığıyla okura sürükleyici bir okuma sunuyor.

Ahmet Dağdelen

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Sıla Gürsoy'la Söyleşi

Gün Zileli'yle Söyleşi

Kültürlerarası Bir Proje/Ein Transkulturel Projekt